Kağanlar Otağı

featured

Merhaba sevgili Sabit Haber okuyucuları ve sevgili okurlarım. Ülkemiz bildiğiniz gibi yaz mevsiminde ve en soğuk ilimiz bile otuz dereceyi görüyor. Bu sıcak havada hepimizin içini serinletecek bir manzara düşünelim. Asya’da Tanrı ve Altay Dağları’nın arasındaki sonsuz stepler, rüzgâr saçlarınızı sıvazlıyor ve nereye isterse o yöne savuruyor. Uzaktan karlı dağların güneş ile parlaması görünüyor. Bir ağaç gölgesi bulmuşsunuz ve bir dere sakince yanınızdan akıp gidiyor. Sonra birden beyaz bir at geliyor yanınıza! O atın üzerine bir hamlede atlayıp yeşil bozkırlarda güneşin sıcağına inat dörtnala gidiyorsunuz.

Evet, artık hikâyemizin dördüncü bölümü olan Kağanlar Otağı hikâyemize atalarımızdan gelen genetikle aktarılan özgürlük duygusu ve kimseye eğilmez başımız ile başlayabiliriz. (Hikayenin sonunda lütfen Tonyukuk yazıtlarını ayrıca okuyunuz. Ben bir tanıdığım Murat Erkoç’un yaptığı çeviriden esinlenerek hikayemi tamamladım. Siz de web sitelerinde bulabilirsiniz.)

Kağanlar Otağı

– Ötügen Ana seslendi! Benim yolum buraya kadardır. Ben sizi budunun dışında bekleyeceğim. Ben şekil değiştiremem ve insan gibi davranamam. Bundan sonrası size ait.

– Ahmet hemen endişe içinde sordu; ya bizi öldürmeye kalkarlarsa? Tonyukuk yazıtlarda sürekli başka ülkelerin casuslarından bahsediyor. Bizi casus zannetmesinler? Ayrıca onların lisanını nasıl konuşacağız?

– Ötügen Ana bakışlarını Ahmet’e dikti ve sen şu an benimle kendi dilinle konuştuğunu mu zannediyorsun? Dedi.

– Ahmet şok olmuş şekilde; evet, değil mi? Hangi dil o zaman? Diye üst üste sorular sordu.

– Barış araya girerek; sen benim kolumu tuttuğundan beridir Öz Türkçe yani bu zamanın dilini konuşuyorsun benimle. Ama senin algın çok realist. Bu sebeple olan biteni ne tam algılayabiliyor ne de görebiliyorsun dedi.

– Peki, anladım şu an konuştuğumuz dil eski Türkçe ama gerçekten ben bunu anlayamıyorum. Ötügen Ana onlara dost olduğumuzu kanıtlamak için ne dememiz gerekiyor.

– Sağ kolunu kaldırıp elini kalbinin üzerine koy ve bu şekilde askerler ile konuş. Göktürk soylu, dost boylu olduğunu söyle. Onun bilgeliğini sorgulamaya gelmediğini, sadece bilgeliğini göremeye geldiğini söyle. İnsanlar egolarına eninde sonunda yenilir dedi ve o naif sesiyle güldü.

– Peki, ama bizi öldürmeye kalkarlarsa?

– O zaman Mergen Tengriye seslenin o sizi koruyabilir. Kartal olarak yanınıza gelebilir. Bunları söyledikten sonra Ötügen Ana atı ile beraber toprakta kayboldu.

Şimdi Barış ve Ahmet budunun elli metre uzağında atlardan inmiş, onlarında toprağa Karışmasını izliyorlardı. Yürüyerek buduna doğru yaklaşıyorlar, yaklaştıkça heyecanları artıyordu. Yapacakları en küçük hata hayatlarına mal olabilirdi.

Onlar buduna yaklaştıkça iki asker onlara doğru ilerlemeye başladı. Barış hemen Ahmet’i dürterek sağ elini kalbine koymasını hareketleri kendisi uygulayarak belli etti. Ahmet bir heyecan ile hemen hareketi tekrarladı. Askerlerin duyabileceği bir mesafeye gelince Barış konuşmaya başladı;

– Gününüz kut olsun, Tengri bizim yolumuzu sizin buduna çevirdi ki Bilge Tonyukuk ile tanışalım ve onun bilgeliğinden kişi olalım!

Askerler birbirlerine baktılar. Sonra Ahmet ve Barışın üzerini arayıp silaha benzer bir alet olup olmadığına baktılar.

– Askerlerden biri sorgulayan gözler ile siz silahsız buraya kadar nereden gelirsiniz?

– Biz Göktürk boylu, dost soyluyuz. Yakından geliriz. Ama size söylediğim gibi biz bilge Tonyukuk’tan ders almaya geldik. Savaş aletimizin olmaması dostluğumuzu belgelemek içindir.

– Asker ikisini de baştan aşağıya süzdükten sonra; beni takip edin dedi.

Nihayet budunun ortasındaki Kağanlar Otağına varıldı. Bu otağ diğer çadırlardan daha

büyüktü. Çok daha fazla geyik boynuzu etrafına asılmıştı. Geyiğin Türklerdeki kutsallığı yadsınamazdı. Ahmet bunu biliyordu. Hava hafif kararmaya başlamıştı. Gökyüzünde süzülen kartal gözden kaybolmuştu. Askerlerden biri öne atılarak çadırın keçe kapısını açarak içeri girdi. Uzun süre içeriden hiç ses gelmedi. Ahmet ve Barış içten içe huzursuzlaşmaya başlamışlardı ki içeriden kalın bir erkek sesi geldi.

– Gelin!

Ahmet ile Barış, diğer askerin eşliğinde içeri girdiler. Posttan bir taht ve arkada da bozkurt postu asılıydı. Bu kişinin Tonyukuk olmadığı belliydi. İlteriş Kağan seslendi.

– Ey yabancılar! Artık kollarınızı indirebilirsiniz. Neden Bilge Tonyukuk’u arasınız? Bilgeliğinden yararlanmak için mi? Benden başkasına bilgeliğini sunmaz O. Bilgeliğini çalmak istiyorsanız? Onu burada bulamazsınız. O seferde! Hem bulamazsınız! Hem de çalamazsınız! Ne öğrenmek istersiniz?

Barış ama biz dedi ve endişe ile çenesi titremeye başladı. Karşındaki bir Kağandı ve insandı. Ona seslenme şansı yoktu. Artık sadece onun insafına kalmışlardı. Barış ilk defa korkuyordu. Ahmet bu durumu fark etti ve tüm cesaretini toplayarak;

– Yüce Kağanım bize onu siz anlatın o zaman. Bizler sizin yüce şahsınızdan dinleyelim dedi.

– İlteriş Kağan, gelin oturun size yemek verelim. Tavşan etimiz var. Taze ve lezizdir. Kımız içkimiz var serindir. Ne dinlemek istersiniz?

– Çin topraklarından Kara kum’a ve Altaylara geçişinizi. Dört tarafınız çevrilmişken düşman ile nasıl hayatta kalmayı başardınız?

– Tonyukuk bilgedir, bilge olması ölüm korkusundan değil yurt olma hayalinden gelir. O beni Kağan seçti. Çoğumuz ölmüştük. Çin esaretindeydik. O yurt olmak, Türk kalmak istedi. Esaret bize uygun değil diye düşündü. Zekice hamleleri ile bizi Ötüken’e getirdi. Casuslardan bilgi aldık. Çinliler, Kıyantlar ve Göktürkler bizim büyümememiz için dört taraftan saracaktı. O dört taraftan sarılmayı beklemek yerine her bir ırk ile ilk saldırıya kendi geçip teker teker savaşmanın daha doğru olduğunu düşündü. Haklıydı da bizi kendi yurt etti. Düşmanlarımızı bize itaat ettirdi. Şimdi burada büyük bir budun olduk. Düşmanlarımız bizden daha çok korkar oldu. Hadi yemeklerinizi yiyin ve kımızınızı için. Sizi sonra gönderelim. O mirasını taş anıtlara kazıtmaya karar verdi. Belki döndüğünde başlayacak. Gerisini oradan okursunuz.

Ahmet bu yolculuğu bu kadar az bilgi için mi çektik diye düşünürken Barışın halen elleri titriyordu. Barış ile Ahmet göz göze geldiler. Barış, Ahmet’in biraz daha soru sormak istediğini fark edince hemen seslendi.

– Yüce Kağanım. Tabii ki okuruz ve ders alırız.

– Tamam, Göktürk soylular. Yemeğiniz bitince gidebilirsiniz.

– Bizim yolumuz uzun! biz yemekleri yeterince yedik. Dostluk için yanımıza silah ta almadık. Biz kalkalım artık.

– Tamam gidin! İzin sizindir.

Barış, Ahmet’in kolundan çekiştirerek kaldırdı. Askerler eşliğinde budundan çıktılar. Budundan uzaklaştıkları zaman Ahmet hemen bağırmaya başladı!

– Sen buraya kadar gelmişken onu tanıma fırsatım olmuşken nasıl bu kadar hızlı kaldırırsın beni?

– Sen anlayamazsın. Ben kağanın düşüncelerini okudum. Bir soru sorsak bizi casus olarak tanımlayıp öldürtecekti. Arkaya bak elli askeri görmüyor musun? Bizim için topladı onları. Peşimizden salacak. Nereye gittiğimizi öğrenmek için. Derhal şuradaki ağaçlığın arkasına girelim ve Tanrı Ülgen’den bizi ilk geldiğimiz zamana geri göndermesini dileyelim. Yoksa sonumuz hiç iyi olmayacak.

– Ahmet budunda toplanan askerleri gördü ve Barış ile beraber ağaçların arkasına doğru koşmaya başladılar.

– Tengri Ülgen yalvarırım bizi ilk geldiğimiz noktaya ve zamana geri gönder!

İkisi birden kendilerini yazıtların dibinde buldular. Ahmet henüz Barış’ın kolunu tutmamıştı. Barış hemen elini yazıttan çekti.

– Oh kurtulduk nihayet zamanımızdayız.

– Ahmet manasız gözlerle bakarak; zaten zamanımızda değil miydik? Diye sordu.

– Barış sinirden gözleri dolmuş bir şekilde; gerçekten hatırlamıyor musun diye sordu?

– Neyi hatırlamam gerekiyor?

– Olsun! Hiç bir şey olmadı. Bir şey hatırlaman gerekmiyor. Ben medyum filan değilim. Sen yazıtları oku! Ben evime geri dönüyorum…

– Ahmet derin bir kahkaha attı; tabii ki her şeyi hatırlıyorum. Sadece seni biraz kızdırmak istedim dedi.

İkisi beraber yazıtların önünde gülmeye ve teker teker her şeyi değerlendirip konuşmaya devam ettiler.

-Son-

0
alk_la
Alkışla
0
sevdim
Sevdim
0
k_zg_n
Kızgın
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
be_enmedim
Beğenmedim
Kağanlar Otağı