• İmsak 00:00
  • Güneş 00:00
  • Öğle 00:00
  • İkindi 00:00
  • Akşam 00:00
  • Yatsı 00:00
  • İFTARA KALAN SÜRE 00:00:00
İMSAKİYE 2024 - İstanbul

Küba Füze Krizi Ve Türk Dış Politikasına Etkileri

featured

Küba Füze Krizi[1] Ve Türk Dış Politikasına Etkileri

Krize giden süreç:

İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra uluslararası sistem çift kutuplu şekle bürünmüştü. Bir tarafta Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği(SSCB) bulunurken diğer tarafta Amerika Birleşik Devletleri(ABD) vardı. Sistemin de doğal olarak getirdiği bir sonuç olarak güç dengesi politikası iki kutup tarafından da benimseniyor ve yine bunun doğal bir sonucu olarak da güç yarışı gittikçe hızlanıyordu. İki taraf da kendilerine uydu devletler kurmuşlar ya da bazı devletleri kendi kamplarına almayı başarmışlardı. ABD öncülüğünde NATO kurulmuş bunun karşısına SSCB, Varşova Paktı ile çıkmıştı. Dünya keskin çizgilerle iki kutba ayrıldığından küçük ve orta büyüklükteki devletlerin kendilerini herhangi bir kampa sokma gereksinimleri artıyordu. Bu nedenle Türkiye kendisini nihaî olarak 1952’de NATO’da tanımlamıştı ve artık batılı devletlerin arasındaydı. Türkiye, bu tarihten itibaren tüm dış politikasını batılı devletlerle sürdürmüş, doğulu ve SSCB tarafında yer alan devletlerle çok yüzeysel şekilde ilişkiler kurmuştu.

Aynı tarihlerde, 26 Temmuz 1953’de, Küba’da, 6 yıl sürecek bir serüvenin içerisine girmişti. Bittiğinde Küba Devrimi olarak anılacak olay o gün Moncada Kışlası’nda Fidel Castro ve arkadaşlarının başarısız bir silahlı devrim denemesiyle başlamıştı. Bu olaydan sonra Castro ve arkadaşları daha farklı bir strateji ve daha yüksek sayıda güçle 1956 yılında tekrar Küba’ya çıktı. Bu devrim çabalarının nedenleri Batista diktatörlüğünün halkı sömürmesi ve halkın çok büyük çoğunluğunun fakir olmasıydı ayrıca bu devrim süreçlerinin hiçbirinde komünist rejim kurulması tartışma konusu bile olmamıştı.[2] Batista, ülkesindeki hareketleri engelleyemeyeceği düşüncesiyle 1 Ocak 1959’da ülkesini terk etti ve 8 Ocak 1959’da başkent Havana’ya Fidel Castro ve savaşçıları giriş yaparak Küba Devrimi’ni tamamlamış oldu. 16 Şubat 1959’da ilk hükümet kuruldu ve Castro başbakan seçildi. Yeni kurulan devleti tanıyan ilk ülke ise SSCB olmuştu. Ancak komünizme uzak durmak isteyen Castro Amerika’da yaptığı bir konuşmada tüm diktatörlüklere ve dolayısıyla komünizme karşı olduklarını söyledi. Ancak bu durum uluslararası güç dengesinin getirdiği zorunluluklarla değişmeye başladı. Önceleri Küba’nın altyapı hizmetlerinin %80’ine, maden ve otlaklarının %90’ına ve şeker üretiminin %40’ına -ki Küba ekonomisi neredeyse tamamen tarıma hatta daha özel olarak şekere dayanıyordu-[3] sahip Amerikan sermayesinden kurtulmak isteyen ve halkı daha çok zenginleştirmeye uğraşan Castro hükümeti toprak reformu yaparak halkı zenginleştirmeye uğraşırken gittikçe Amerikan karşıtı olmuş ve zorunlu olarak SSCB’ye yaklaşmıştır.

NATO’nun 1952 yılında aldığı yeni strateji kararıyla, bu stratejinin adı ‘topyekûn mukabele’[4] stratejisidir, ana savunma silahlarını nükleer silahlar olarak belirlemiş, olası bir SSCB saldırısına nükleer silahlarla karşılık verileceğini açıklamıştır. Bu karar, NATO’nun,  SSCB’nin konvansiyonel silahlarına karşı yeteri kadar gücü olmadığı için alınmıştı. Bunun üzerine 1957’de dönemin ABD başkanı Eisenhower, NATO üyesi ülkelere nükleer başlıklı Jüpiter füzelerini konuşlandırmayı önermişti. Ancak İngiltere, İtalya ve Türkiye hariç diğer üye ülkeler SSCB’nin saldıracağı ilk ülkeler olacakları düşüncesiyle bu öneriyi geri çevirdiler.[5] Adnan Menderes ve Eisenhower’ın anlaşmaları 15 adet orta menzilli ve nükleer savaş başlıklı füzeleri kapsıyordu. Bunlar 1961 yılı sonbaharında İzmir Çiğli’ye konuşlandırıldı ancak 1962 yılına kadar aktif hale getirilemedi.[6] Sonraları bu füzeler dünya tarihinin neredeyse en büyük buhranı olacak Küba Füze Krizi denilen buhranın baş aktörleri olacaktır. Yine aynı yıl içerisinde ABD başkanı John F. Kennedy, Türkiye’ye yerleştirilen füzelerin 3 farklı nedenden dolayı yeniden düşünülmesi gerektiğini Türk hükümetine iletince dönemin dışişleri bakanı Selim Sarper, Akdeniz’e gelecek Polaris denizaltıları gelmeden füzelerin geri alınmasının ABD müttefiki ve NATO üyesi olan Türkiye’nin moralini bozacağını ifade etmiştir.[7] Ve uzun süren diyalogların sonunda Jüpiterler Türkiye’de kalmıştır.

Küba’daki durum ise gittikçe karışık hale gelmişti. 1960 yılında Kennedy’nin ABD başkanı olmasıyla birlikte CİA’nın Eisenhower döneminde yaptığı Küba’yı işgal planını uygulamaya kondu. Bu olay, tarihe ‘Domuzlar Körfezi Çıkartması’ olarak geçecektir ki 1961 yılının nisan ayında üç gün süren işgal çalışması tam bir fiyasko oldu. Castro aleyhtarı mülteciler CİA tarafından eğitilmiş ve Küba’nın Domuzlar Koyu’na 17 nisan günü çıkarılmıştı.[8] Ana amaç içerideki Kübalıların da desteğiyle Castro hükümetini devirmekti ancak böyle bir destek gelmediği gibi mülteciler yüzlerce kayıp verdi. Bunun sonucu Kennedy’ye pahalıya patladı ve Castro hükümeti gittikçe SSCB’ye yaklaşarak 1 Mayıs 1961’de Küba’yı sosyalist bir devlet olarak ilan etti.[9]

Küba ve Türkiye özelinde olaylar böyle şekillenirken ABD ve SSCB arasındaki gerginlikler her yıl artarak devam etmiştir. SSCB, hem dünyanın hem kendisinin ilk uzay uydusu olan Sputnik’i 4 Ekim 1957’de uzaya fırlatmış ve bu sayede ABD’ye karşı askeri ve teknolojik açıdan üstünlüğünü başlatmıştı. Bu fırlatma sayesinde uzun menzilli füzeler yapabilecek ve buna savunmasız olan ABD’yi çok rahat şekilde vurabilecekti. ABD buna karşılık U-2 uçaklarını geliştirmiş ve bu uçaklar sayesinde çok yüksekten radarlara yakalanmadan istediği yer üzerinde uçuyor ve dönemine göre en gelişmiş teknolojilerle fotoğraflar yakalayarak istediği yerde casusluk yapabiliyordu. Bu uçağın üslerinden biri Türkiye’de bulunuyordu. Yine SSCB’yi gözlem amacıyla 1 Mayıs 1960’da Adana’daki İncirlik Üssü’nden havalanan U-2 tipi uçak SSCB topraklarında alçalmak zorunda kalınca SSCB tarafından fark edilip düşürüldü.[10] Uçağın düşürülme zamanı tam da Paris’te yapılacak bir zirve konferansına denk geldi. Bu konferansın amacı Doğu-Batı ilişkilerinin yumuşatılmasıydı ancak bu olaydan sonra SSCB konferansa katılmadı. Bu Türk basınında kendine yer buldu ve SSCB’nin konferansa katılmamasına bahane bulduğu yazıldı.[11] Ayrıca bu olay SSCB-Türkiye ilişkilerini daha da germiştir ve Türkiye Amerika’ya bir daha casus uçaklarının Türkiye’den yapılmamasını istemiştir. Daha da ötesi Türk dışişleri bakanlığı bir bildiri yayınlayarak bu olayın Türkiye izniyle gerçekleşmediğini kamuoyuna açıklamıştır.[12]

Kriz:

İşte dünyayı tam 13 gün boyunca diken üstüne tutacak ve ‘Ekim Füzeleri Krizi’ veya ‘Küba Füze Krizi’ olarak anılacak olaylara giden süreç böyle ilerlemişti. Berlin görüşmeleriyle tırmanmaya başlayan gerilim U-2 olayıyla yükselmiş ve Küba füze krizi ile doruk noktaya ulaşmış, SSCB ve ABD arasındaki gerilimi tüm dünyaya yaymıştır. Aktörler, gittikçe daha sert söylemler içerisinde bulunmuş ve gerilimi geri dönülemez bir hale sokmuşlardır. Dönemin SSCB lideri Kruşçev bu sert söylemleri en üst noktaya taşıyan kişi olmuştur. Dış politika yapımındaki hatalar onu daha da fazla çatışmaya itmiş ve Berlin buhranıyla başlayan serüven Küba başarısızlığıyla son bulmuştur.[13] Kennedy de Küba’yı daha da SSCB’nin tarafına iterek ve başarısız iki işgal girişimi deneyerek dengelerin bozulmasına sebep olmuşsa da bunu kendi sözleriyle kabul etme erdemini gösterebilmiştir. Sistem daha 1-2 sene önce yumuşayacak denirken birden bu gelişmeler sonucunda daha da sertleşmiş ve tüm dünyaya nükleer korku hâkim olmuştu. Krize giden süreci tarihsel olarak inceledikten sonra şimdi de krize ve 13 gün boyunca neler olduğuna bakalım.

U-2 keşif uçuşları belirli üslerden devam ederken 1962 yılının yaz aylarından itibaren Küba’da çeşitli hareketlenmeler rapor ediliyor ancak bu çok da önemsenmiyordu. Tarihler 16 Ekim 1962’yi gösterdiğinde çok gizli ibaresiyle sunulan bir CİA raporu tüm ABD karar alıcılarını 13 gün sürecek bir serüvene itmişti. O raporda SSCB’nin Küba içlerine tam 1020 deniz mili menzilli füzeler yerleştirdiği, bunların yerleri, kaç farklı rampa inşaatının olduğu ve bir de haritayla Washington’ın bile vurulabileceği yazılıydı.[14] Daha önceden belirlenen bu hareketlenmeler tahmin ediliyor ancak bir fotoğraf sunulamıyordu. Ancak sonradan çekilen fotoğraflarla birlikte Küba’da nükleer başlıklı füzelerin inşaatlarına başlandığı net şekilde anlaşıldı.[15] Bunun üzerine Kennedy, karar alıcılardan oluşan küçük bir grup yaratarak kriz masası oluşturdu ve gece gündüz dışarıyla bağlantılarını keserek sorunu tartıştılar.[16] Bu tartışmaların sonucunda bazı danışmanlar diplomatik anlaşma bir kısmı hava bombardımanı ve bir kısmı da Küba’nın işgalini önerdi.[17] Ancak başkan Kennedy farklı bir yol izlenmesini isteyerek Küba’ya deniz ablukasında karar kıldı.[18] 23 ekim günü gece gündüz sürecek tartışmaların sonucunda kabul edilen kararla birlikte 25 ekimde direkt olarak ilk SSCB gemisi Bucharest ile karşılaşıldı.[19] Türkiye, ablukaya en başından beri destek verdi ve bunu yapan ilk ülke oldu. Bunun karşısında NATO ve ABD’de, Türkiye’nin iyi bir müttefik olduğu konuşuluyor ve diğer NATO ülkelerine örnek gösteriliyordu.[20] O günlerde dünya o kadar çok diken üstündeydi ki neredeyse her ülke nükleer bir savaşa hazırlanmaya başlamıştı. Birleşmiş Milletler’de ABD ve SSCB temsilcilerinin karşılıklı tartışmaları günler sürdü. Herkes herhangi bir çatışmanın olması durumunda 3. Dünya Savaşı’nın başlayacağını düşünürken ilk yumuşama SSCB lideri Kruşçev’den geldi ve 26 ekimde Kennedy’ye yazdığı mektupta Küba ablukasının kaldırılması ve Küba’nın toprak bütünlüğüne saygı duyulması halinde füzelerin kaldırılacağını bildirdi. ABD kriz grubu daha henüz bu durumu değerlendirirken ertesi sabah Kruşçev yeni bir mektup yazarak Türkiye’deki Jüpiter Füzeleri’nin kaldırılması karşılığında Küba’daki füzelerin kaldırılacağını ABD’ye iletti. Ayrıca aynı gün Küba’da bir U-2 tipi ABD uçağı da düşürüldü.[21] Zaten o günlere kadar böyle bir pazarlığın yapılacağı beklenmekteydi. Türk ve Amerikalı yetkililer bunun için görüşmüştü bile ancak Türkiye’nin baskıları ve Jüpiterler’in saldırı değil savunma amaçlı olduğunu savunan ABD karar alıcıları tarafından bu istek reddedildi ayrıca onlara göre bu füzeler NATO füzeleriydi ve tek taraflı şekilde kaldırılamazlardı.[22] Bu isteğe başta Türkiye olmak üzere çoğu NATO üyesi ülkeler karşı çıkmıştı. Beyaz Saray’da türlü şekilde fikirler ortaya atılıyor ve birer birer reddediliyordu. En sonunda 27 ekimde SSCB’nin Washington büyükelçisi Dobrynin ile dönemin ABD adalet bakanı Robert Kennedy görüşerek bir pazarlık içerisine girdiler ve Kennedy Küba’nın işgal edilmemesi karşılığında SSCB füzelerinin çekilmesini kabul ettiklerini ve yakın gelecekte Türkiye’deki füzelerin kaldırılmaya çalışılacağını taahhüt etti ve aynı gün başkan Kennedy, Kruşçev’e mektup yazarak bu isteği resmi olarak bildirdi ancak bu mektupta Jüpiter füzeleriyle ilgili hiçbir kelime yoktu. Bu görüşme taraflar tarafından çok gizli tutuldu. Hatta başkan Kennedy bile bundan daha sonra haberi oldu.[23] Bir sonraki gün, 28 Ekim 1962’de, Kruşçev radyoda Küba’daki füzelerin kaldırılacağını açıkladı[24] ve 13 gün süren belki de dünyanın en büyük krizi son bulmuş oldu. Bu açıklamadan sonra Türk hükümeti resmi kanallardan ABD’ye nükleer bir savaş olasılığını ortadan kaldırmak için yaptığı çabayı övüyor ve Türkiye’nin pazarlık konusu yapılmamasını takdir ediyordu.[25]  Türk ve ABD’li yetkililer en sonunda Jüpiterler’in kaldırılıp yerine daha modern nükleer kapasiteli Polaris denizaltılarının Akdeniz’e konuşlanması için anlaşmış Nisan 1963’te de Washington tarafından tüm Jüpiterler’in Türkiye’den kaldırıldığını açıklanmıştır.[26]

Dış politikaya etkileri:

Bu krizin uluslararası politikaya en büyük katkısı Soğuk Savaş’ta tarafların yumuşama dönemine girmek için hızlı kararlar almasına ve bir daha nükleer bir krizin yaşanmaması için daha iletişim halinde olmalarına, SSCB ve ABD arasında ‘kırmızı hat’ kurulmasına ve 1963’de SSCB, ABD ve İngiltere arasında ‘Kısmi Nükleer Deneme Yasağı Anlaşması’ imzalanmasına neden oldu.[27] Ayrıca krizin sonuçlarını, bu olay gibi aktörlerin karşılıklı çatıştığı durumları simgeleyen, sıfır toplamlı olmayan oyun teorisi üzerinden bakacak olursak iki taraf da rasyonel davranarak çekilmeyi seçerek tüm dünyanın büyük bir nükleer felaket içerisine girmesini engellediler ve teoride kazanamasalar da çok büyük bir felaketi önledikleri için kaybetmişler de sayılmadılar.[28] Ancak genel olarak krizin içerisinden Kruşçev’in prestij kaybına uğrayarak çıktığını düşünenler[29] ve tavuk oyunu modeline göre bakıldığında Kruşçev, Küba’dan çekilmeseydi Kennedy’nin nükleer savaşa hazır olduğu göründüğünden Kennedy’yi kazanan ilan eden bilim adamları da mevcuttur.[30]

Kriz, dünya için bu sonuçları yaratırken Küba ve Türk dış politikaları da bu krizden oldukça etkilenmiştir. Pazarlığın doğal bir sonucu olarak Küba’da SSCB’ye karşı güven sorunu başladı ve bunun üzerine Küba da Çin’e yaklaşmaya başladı.[31] Krizin Türkiye’de ise daha karmaşık şekilde etkileri mevcuttur. Bu olaya kadar Türkiye’nin dış politikası NATO, hatta ABD, odaklı ve tek yönlü bir dış politikaydı. Ancak bu krizle birlikte yaşanan gelişmeler ve tecrübeler Türk karar alıcılarının çok yönlü dış politika yapımına geçmeleri için ilk neden olmuş ve 1964 yılındaki yaşananlarla birlikte Türkiye artık tek başına karar almaya başlamış ve çok yönlü dış politika yapımı bu tarihlerden itibaren Türkiye’nin yeni politikası olmuştur. Bunun ilk örneği 1963 yılında, ki en son 1932’de, Türk delegasyonunun SSCB’ye gitmesidir. Türkiye, SSCB ile iyi ekonomik ilişkiler kurmuş ve tek yönlü dış politikasının zararlarından kurtulmaya çalışmıştır. Aslına bakılırsa bu küçük ve orta büyüklükteki devletler için bir zorunluluktur. Çift kutuplu dünya düzeninde herhangi bir kampın yanında olma hissiyatı da bir zorunluluktur. Bunun nedeni iki büyük gücü birbirleriyle dengelemektir. Bölgesel ittifaklar, ki 1960’lara kadar denenmiştir, bunun için yeterli değildir. Bu nedenle süper güçleri birbirleriyle dengelemek en doğru yöntemdir. Bunu yapan Türkiye yine de SSCB’ye o kadar da güvenmiyordu çünkü daha SSCB’nin Türkiye’den toprak istemesi üzerinden çok da geçmemişti. Türkiye’nin tek taraflı şekilde SSCB yanında olmamasının ve ona yaklaşmamasının nedeni de topraklarının yakınlığıydı. Yine bir zorunluluk olarak yanında duracağınız süper gücün size yakın olmaması gerekir ki sizi işgal gibi bir niyeti olamasın. Bu nedenledir ki Türkiye tüm tarihte her zaman batı kampında yer almış sadece ABD ile sorunlar ortaya çıktığında SSCB(ya da Rusya)’nın yanında olmuştur. Bu krizle birlikte ABD’ye olan güven azalırken pazarlık konusu olan Türkiye içerisinde ABD karşıtlığı da 1960’ların sonunda zirveye çıkacaktır. Bu kriz bir sonucu daha ortaya çıkaracaktır ki daha önce de bahsettiğimiz NATO’nun 1957’den gayri resmi olarak başlattığı esnek mukabele stratejisinin bir getirisiyle ABD, Türkiye’ye satacağı F-104 ve F-100 savaş uçaklarının verilmesini hızlandırdı ve Türkiye’nin konvansiyonel gücünün artırılmasına yönelik çalışmalara hız verildi.[32] Pazarlığın yıllar geçtikçe daha da ortaya çıkması, salt ABD taraftarlığının doğurduğu sonuçlar ve ABD’nin Türkiye’yi tehlikeye atabileceği düşüncesinin neredeyse herkes tarafından dile getirilmesiyle birlikte İsmet İnönü, 1970 tarihinde, mecliste şu cümleleri kullanacaktır: ‘Amerika bizimle ittifak etti diyerek, Amerika’nın bütün dünya üzerindeki taahhütlerine, stratejik ihtiyaçlarına biz cevap vermek, kayıt koymak iddiasında bulunamayız, öyle bir iddiamız yok. Amerika’nın dünyadaki maksatları için Türkiye’yi, onun harbe tutuşma tehlikesini ehemmiyetsiz görerek istediği gibi kullanması­na mâni olmak lâzımdır.’[33] Bu tarihten itibaren Türk dış politika yapıcılarının çok yönlü dış politika yapımına hız vermesiyle birlikte bu politika meyvelerini vermiş, ilk ve en büyük somut örneği de 1974 yılında yapılan Kıbrıs Barış Harekâtı olmuştur. Türkiye, bu tarihten evvel daha çok ABD ve NATO politikalarına uymayarak, örneğin 1965’de MLF’den[34] çekilerek, çok yönlü dış politikasını göstermiştir.

Sonuç olarak Soğuk Savaş zamanındaki silahlanma yarışı yeni silah teknolojilerinin geliştirilmesiyle birlikte doruk noktasına ulaşmıştır. ABD ve SSCB’nin Berlin’de anlaşamaması, uzaya ilk defa çıkılmasıyla birlikte uzay yarışının başlaması, Güney Amerika ülkelerindeki ABD karşıtlığının artması ve Küba’da devrim olması krize giden süreci hızlandırmış ve krizin nedenlerini oluşturmuştur. Türkiye’de bulunan Jüpiter isimli nükleer füzelerin SSCB’de yaptığı agresiflik, SSCB’ye yakınlaşmaya başlayan ve yeni devrim yapılmış Küba’ya füze yerleştirmesine neden oldu ve böylece Kriz başlayarak 13 gün büyük pazarlıklarla, tüm devletlerin ve insanların nükleer bir savaştan korkmalarıyla devam ederek bitti.

Bu yazı Bozkır Dergisi’nin 1. sayısında yayımlanmıştır.

Dipnotlar:

[1] 16-28 Ekim 1962

[2] Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, Alkım Yayınevi, İstanbul, 2014, s.605

[3] Steven W. Hook, John Spanier, Amerikan Dış Politikası, çev. Özge Zihnioğlu, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2016, s.87

[4] Bu strateji 1952 yılında alınmış olmasına rağmen 1957 yılından itibaren ABD başkanı John F. Kennedy tarafından dönemin uluslararası ilişkilerine de paralel olarak yavaş yavaş yumuşama göstermiş nihayetinde 1968 yılında da kendisini ‘esnek mukabele’ ilkesine bırakmıştır.

[5] Baskın Oran, Türk Dış Politikası Cilt 1: 1919-1980, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s.572

[6] William Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000, çev. Petek Demir, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2003, s.135-136

[7] Cody Fuelling, To The Brink: Turkish and Cuban Missiles during the Height of the Cold War, International Social Science Review, Cilt: 83, Sayı: 1, Makale: 3, Ocak 2017, Kansas, s.10

[8] Antony Best, Jussi M. Hanhimaki, Joseph A. Maiolo, Kirsten E. Schulze, Routledge, International History Of The Twentieth Century And Beyond, Routledge, Oxford, 2008, s.273

[9] Fahir Armaoğlu, a.g.e, s.609

[10] Baskın Oran, a.g.e, s.573

[11] Nevin Balta, Milliyet’ten Yansımalar Türk Dış Politikası 1950-1980, Lazer Yayınları, Ankara, 2005, s.82

[12] Fahir Armaoğlu, Belgelerle Türk-Amerikan Münasebetleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1991, s.262

[13] Henry Kissinger, Diplomasi, çev. İbrahim H. Kurt, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınarı, 2000, s.608

[14] Marry S. McAuliffe, CIA Documents On The Cuban Missile Crisis 1962, Central Intelligence Agency, Washington, 1992, s.140-141-142-143-144

[15] Philip Zelikow, Graham Allison, Essence Of Decision Explaining The Cuban Missile Crisis, Longman, New York, 1999, s.338

[16] Joshua S. Goldstein, Jon C. Pevehouse, International Relations, Pearson, New Jersey, 2014, s.134

[17] Steven W. Hook, John Spanier, a.g.e, s.89

[18] Joshua S. Goldstein, Jon C. Pevehouse, a.g.e, s.32

[19] Philip Zelikow, Graham Allison, a.g.e, s.235

[20] Olaylarla Türk Dış Politikası 1919-1990, Siyasal Kitabevi, Ankara, s.328

[21] Antony Best, Jussi M. Hanhimaki, Joseph A. Maiolo, Kirsten E. Schulze, Routledge, a.g.e, s.274

[22] James G. Hersberg, Brazil and the Cuban Missile Crisis: Documents from the Foreign Ministry Archives in Brasilia, Cold War International History Project Bulletin, Sayı: 17-18, Washington, Sonbahar 2012, s.248

[23] Baskın Oran, a.g.e, s.683

[24] Philip Zelikow, Graham Allison, a.g.e, s.242

[25] Baskın Oran, a.g.e, s.684

[26] İsmail Soysal, Soğuk Savaş Dönemi Ve Türkiye – Olaylar Kronolojisi 1945-1975, İSİS Yayınları, İstanbul, 1997, s.283

[27] Antony Best, Jussi M. Hanhimaki, Joseph A. Maiolo, Kirsten E. Schulze, Routledge, a.g.e, s.275

[28] Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri, Alfa, İstanbul, 2004, s.255-256-257

[29] Henry Kissinger, a.g.e, s.576

[30] Joshua S. Goldstein, Jon C. Pevehouse, a.g.e, s.78

[31] Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasî Tarihi, a.g.e, s.612

[32] Baskın Oran, a.g.e, s.684

[33] Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Cilt: 2, Dönem: 3, Toplantı: 1, Birleşim: 29, 22.1.1970

[34] MLF = Multilateral Force = Çok Taraflı Nükleer Güç

0
alk_la
Alkışla
0
sevdim
Sevdim
0
k_zg_n
Kızgın
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
be_enmedim
Beğenmedim
Küba Füze Krizi Ve Türk Dış Politikasına Etkileri

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.