Çolpan Yıldızı

featured

“Mestim bugün aşkınla ay yüzlü güzel konçuy,
 Gönlümde esip çınla, ay yüzlü güzel konçuy”

-Hüseyin Nihal ATSIZ

Kıymetli okuyucularımız, bu yazımızda Necdet Ekici’nin Çolpan Yıldızı (Öyküler) isimli kitabını tanıtacağız. Muhtelif öykülerin toplandığı bu kitapta Anadolu coğrafyasının halk ağızlarında bulunan unutulmak üzere olan kelimeleri kullanarak tekrardan can vermeyi amaçlamıştır. Yer yer bölgesel deyimler ve sözcükler kitaba ayrı bir hava katmıştır. Ekici’nin betimlemeleri ve olayların aktarılışı bakımından okuyucuyu sıkmamakta aksine akıcı bir üslup ile heyecanlandırmaktadır.

Necdet Ekici, Çolpan Yıldızı (Öyküler)

Çolpan Yıldızı adlı bu öykü Necdet Ekici‘nin ifadeleri ile “Çolpan yıldızı Türkiye’de çoban yıldızı olarak da bilinir. Parlak bir yıldızdır. Tan yıldızı da denilmektedir. Parlaklığından dolayı Manas Destan’ın da Çolpan olarak geçmektedir.” Öykü, kitabın ilk sırasında yer almaktadır.
Kırgısiztan’dan Türkiye’ye tahsil görmek için gelen “Altınay” adlı bir genç kız ile Türkiye’den bir gencin aşkını anlatmaktadır. Altınay, tahsil görüp, yurduna hizmet etmek isteyen idealist bir genç kızdır. Genç ona “Altınay” demek yerine “Asya!” demektedir.
Gencin Asya’ya duyduğu aşkı yazarımız şöyle aktarmaktadır:
Sanki ay hilale, gül goncaya dururdu. Söylemezdim hiçbir şey. Onun bir Hun ulamışı Asya bakışlarında mavi yeleli atalar görürdüm. Bir dolunay güzelliği ile salınırdı karşımda. Ötüken göklerinin Çolpan yıldızı, Issık Gölü’ün maralıydı o.” 
Asya’ya olan aşkını, ona olan hayranlığını öyle bir dile getiriyordu ki genç adeta okuyucuları mest etmekte kalmıyor bir nevi okuyucuların da hayran kalmasına neden oluyordu.
Genç, bir türlü cesaretini toplayıp, Asya’ya olan duygularını söyleyemiyordu.

“Yüreğimde cemreler, içimde umutlar…”
Asya’nın tekrar Türkiye’ye gelmesi üzerine olan konuşmalarda yazarın çok titiz davrandığı kesin.
Neşet Ertaş’tan, Dilaver Cebeci’ye kadar olan ‘özlemlerin’  üstatlarını aktarmış burada.

“Unuttum diye bir şey yok aslında. Sadece alışmak var. Bu yüzden “Unuttum” diyemezsin. Yüreğin kanar, acır…”

Genç iğde çiçekleri alıp, döndükten sonraki buluşmada armağan edecekken  yine bir türlü ifade edemeden bu çiçeklerin ona değil, masada unutulduğunu söyler. Bu durum bana Karacaoğlan’ın şu dizelerini hatırlattı:

“Selam versen selamını alırım
El bağlayıp divanına dururum
Akıbeti yar yolunda ölürüm
Armağanım yoktur candan ziyade”

Aralarında geçen her konuşmada gencin bağrı öyle yanıyor ki ama bir türlü Asya’ya olan duygularını ifade edemiyor ancak şu satırlar bu aşkın nasıl yaktığını çok iyi tarif ediyor diye bilirim:

“Bu iğde çiçekleri senin için. Bana hep seni hatırlatır. Burcu burcu sen kokarsın’ demeyi ne çok isterdim. Ve haykırmak isterdim dağlara, denizlere: Ey güzel Asya’m! Ben, seni bir Karacaoğlan yüreğiyle sevdim. Yıllar var ki kalbimi hep seninle nakışladım. Sen benim yüreğimin şehri bin yıldır beklediğim masal perim’din!”

Veda vakti geldiğinde ise Asya’nın söyledikleri hem düşündürdü hem duygulandırdı. Öncelikle hasretlik ve vatan ile ilgili sözlerini şöyle aktarayım:

“Bizim diyarlarda vatanın diğer adı ‘hasret’tir. Hasretlim, yolumu gözleyen vatanımdır”

Asya’nın varlık sebebini açıklarken aslında “idealistliğin ve kararlılığın”  ne demek olduğunu açıkça vurguluyor:

“Burası tabii ki benim vatanım. Biz millet olarak çok acı çektik. Şimdi ülkem beni bekliyor. Ben bunun için tahsil gördüm. Varlık sebebim burudur. Ulu atam, Cengiz Aytmatov der ki: ‘Aşkını kendi topraklarına gömemeyenler, o topraklar üzerinde var olamazlar!’ Ne olur beni anlamaya çalış! Biz, var olmaya ant içen genç bir nesiliz!”

Son olarak derin bir hüzne kapılan gencin şu satırları beni çok duygulandırdı ve  Asya’nın gidişi bir yılkı atının dört nala gitmesi gibi bir hüzne ve hayranlığa bıraktı yerini:

Kayıp gitti elleri avuçlarımdan. Arkasından ‘Asya!’ diye öyle bir çağırımışım ki, sanki Aladağlar, Ala Arça’lar birbirine kavuştu. Issık Köl, Sarı Çelek, Son Köl dalgalandı. Sesim bütün Türkistan semalarında yankılandı. Bütün kartallar havalandı.”

-Al Baharlı Mavi Dağlar  adlı öyküde evlenmek üzere olan genç bir öğretmen ile veli toplantısında tanıştığı dul bir kadın arasında geçen olayları aktarmaktadır. Genç öğretmen Necip, son derece kibar, yakışıklı ve sadık bir karakter olarak ön plana çıkarken  dul bir kadın olan Dilber Hanım alımlı, güzel ve bir o kadar da gizemlidir. Dilber Hanım, pek belli etmek istemese de Necip Bey’in evlenme teklifi edeceğe o gün birçok potlar kırmıştır. Maddiyat, şöhret, para gibi mevzulara verdiği değerler Necip karakterinin aklındaki ‘Dilber Hanım’ profili çok değiştirmiştir. Onun öncesinde Necip, bu olayı annesine açtığında annesi onun dul bir kadın olduğunu aynı zamanda çocuklu olduğunu, kendisinin hiç evlenmemiş biriyle evlenmesi gerektiğini telkin etse de hatta ve hatta aralarında tartışma bile çıksa da Necip aşkın toz pembe hülyalarına dalıp gitmiştir. Kararlıdır ve o gece Dilber Hanım’a evlilik teklifinde bulunacaktır. Annesi son kez Necip’e şunları söyler ve bu okuduktan sonra aklıma yer etti: “Bazı kadınlar, derin sulara benzer oğlum. Gelmişini geçmişini iyi sor, iyi öğren”
Yemek sırasında bu sözleri hatırlayan Necip son kez de olsa annesinin söylediklerini yapar. Bir de ne görsün kadın evliyken yasak ilişki yaşamış, kocasını aldatmıştır. Bir yıl farklı bir evde kalmıştır. Bunun yanında birçok kez tasvip edilmeyen ahlak dışı davranışlarda bulunmuştur. Necip tam elini atmış yüzüğü çıkarırken bu soruları sorması çok yerinde olmuştur. Durumu anlayan “derin suya benzeyen” bu kadın da boğulmamak için şunları söyleyerek oradan uzaklaşmıştır:
Buraya annemin dualarını alarak geldim Dilber Hanım. Beni büyük bir rüyadan uyandırdınız. Aslında kanatlarımdan vurdunuz. Al baharlı mavi dağlara oturmuştum bu masaya. Bir uçtan bir uca yaktınız. Yolunuz açık olsun…”

-Çayın Soğudu Başkanım 
adlı öyküde ben kendi yaşantımdan da birçok unsur buldum. Memleketim Osmaniye ve çevresinde Kirveler olarak bilinen Türkmen Abdalları‘nı yakından tanıdım. Normal günlerde ne devlet tanır ne muhtar. Kendi hallerinde yaşayıp giderler. Düğünlerde çalarlar, büyükten küçüğüne kadar kim var “ağam!” derler. Hürmetkârlar, sevgini gösterdiğin zaman hele ki onlara saygı duyduğunu belli ettiğin zaman sana hayranlık beslerler. Dostlardır, ne bulurlarsa ikiye bölürler.
Neşet Ertaş, Abdallığı bir belgeselde şöyle ifade eder: Herkes sevdiği ile kardeş olacak. Ben Mehmet’i sevdim Mehmet ile kardeş olacağım. Yani benim ekmeği var onun yoksa paylaşacağız. Bu paylaşımda Allah rızası için bir kurban kesiliyor. Orada semahlar dönülüyor Allah Allah diyerek. Gün doğuncaya kadar deyişler söylenir, semahlar dönülür. Herkes kardeş olmak zorundadır.
Öyküde yazarımız o yörenin yerel ağız özelliklerini yer vererek karakterlerin gözümde canlanmasına sebep olmuştur. Öykü kısacası bir yerde seçimler olacak ve sadece oy zamanı gelinen  bir mahalleye uğrarlar. Orada Abdallar yaşar. İlk gelen aday onlara biraz para verip, oy almak hedefindedir amma Kirvelerim şöyle bir imtihana tutar. Adaya ve gelen heyete çay ikram ederler kahvede eğer içerse oy ona verilecektir. Şimdi okuyucularımız ne var ki bunda diye bilirler. Genelde Abdalların yemeği ve çayı içilmez gibi bir algı vardır toplumda. Bunları Abdallar “pissinmek” yani “pis görmek” olarak söylerler. Gelen heyet ve aday çay içmemeye direnir. Çay soğur ama yine de bir tülü içmez istemez eni sonunda heyeti kovarlar. Bu olay içerisinde çok güleceğiniz anlar olacaktır.
Bir sonraki aday gelir. O ilk aday kadar gösterişli değildir. Bu aday kartal kanadı bıyıklı adam dır. Kirveler aynı şekilde onu da imtihana tutar. O çay içmekle kalmaz, yemek yer meclislerinde bulunur. Bu duruma Kirveler çok şaşır ve o adayı bağrına basalar ve seçimi o aday kazanır.

“Abdallığın binasını sorarsan 
Allah bir Muhammed Alî abdaldır
Hakıykat ilminin aslın sorarsan
Cümle ululardan ulu Abdaldır. “

-Aşık Dertli

-Yılancı Hacı  adlı öyküde birçok ritüeli bir arada aktarmıştır yazarımız. Ocak, el verme, hikmet, inanma gibi.
Ali Osman’ın karakterinin eşinin şehadet parmağını lavaboda akrep sokmuştur. Bir çırpıda uyanan Ali Osman ve ailesi olan bitene bir türlü anlam vermemektedir. Benim ve Ali Osman karakterini şaşırtan en ilginç olay ise akrebin gelecek tehlikeyi görmesi ve kendi kendini öldürmesi olayıdır. Bu durumun altını çizerek düşündüm. Bu bir intihardı.
Zehir yüklü parmak acı hissi yaratıyordu vakit kaybetmeden acile gidilmesi gerekirdi. Yalnız Ali Osman’ın annesi acile gitmek yerine “Yılan Hacı’ya” gidilmesi gerektiğini söyledi. Yılan Hacı o bölgede akrep ve yılan sokmalarını tedavi eden kişiydi. Evvela eşi ve Ali Osman bunun ilkel bir şey olduğunu, vakit öldüreceğini ve zehrin daha büyük bir sorun yaratacağını düşündüler. Ali Osman yine de ikna olur gibi oldu çünkü namını çok duymuştu. Belediyeden ilan için gittiler ancak bu saatte ilanın olmayacağını belirten görevli Meczup Ali’yi önerdi ancak “inanma” dıkları için -keza bu tür olaylarda inanma mevzusu ritüelin gerçekleşmesi adına çok önemlidir- oradan da bir deva bulamadılar. Doğru Yılancı Hacı’nın evine gittiler. Onlar “ocak” idiler. Bu bir külttür.
Dua ve Kura’n eksenli yapılan, bir nevi kutsal emanet olup en güvendiği kişiye ehliyet yani “el verme” olayıdır.

Yılancı Hacı’ya vardıklarında hemen abdest alıp, müdahale etmesi hatta hastanın o yola doğru giderken bile acının hafiflemesi bile gizemli bir olaydır. Ali Osman’ın eşi bu müdahaleden sonra kendine gelir ve zehir parmaktan çıkar.
Ali Osman bunun hikmeti sorduğunda Yılancı Hacı şöyle aktarır:
Evladım, bu güç, bu enerji Allah’ın bir hikmetidir. Bize insanlığın faydasına kullanmamız şartıyla atalarımızdan mirastır. Ölmeden önce ben de bu emaneti evlatlarımdan en ehliyetli gördüğüm birine devredeceğim!” (Ayrıntılı olarak s98)

Ali Osman bütün bu yaşananlara dair kafasında binlerce soru ile:
Bu ne büyük nimetti. “Ocak” bir aile ve Allah’ın kudretini simgeleyen kutsal bir emanet… Yılancı Hacı’nın ölmeden önce ‘el vereceği’ akıllara durgunluk veren bir mistik enerji… Bir şifa, bir sır, bir ilahi güç… İlmin keşfini beklediği bir gizem yumağı…”

Buna ek olarak Zeki Velidi Togan’ın Türkistan’da bulunduğu zamanlarda sıtmaya tutulur. Şaman tarafından tedavi edildiği Hatıralar’ında aktarmaktadır.

“Kapkara sakallı 40 yaşlarında görülen sağlam yapılı bakhşı normal bir insan sıfatıyla çay içip konuştuktan sonra arkadaşlarıyla bir daire yaptı. Elinde düngür denilen davulu çalarak şamani şarkılarını söyleyip dönmeğe başladı. Başkaları da dönüyorlardı. Bu merasim uzun sürünce bakhşı bana geldi. ‘Sen bize inanmıyorsun, ruhlar gelmiyor. Okumayı tatil edelim.’ dedi. Ben de, ‘Aman tatil etme, ben inanırım.’ dedim.”
(TOGAN, A.Z., Hatıralar, Ankara, 2003, s.342–343)

Bu gibi ritüellerde “inanma” mevzusu her zaman çok önemli bir yeri teşkil etmiştir.

Kıymetli okuyucularımız, birçok öykü bulunmaktadır bunlar: Göç, Al Baharlı Mavi Dağlar, Kaymakam, Kırmızı Şapkalı Adam, Zurnalı Kel Bekteş-1/2, Can Bir Hüma Kuşu gibi öykülerdir. Burada hepsini aktarmak yerine kitabı şiddetle tavsiye ediyorum.

gorukle escort

0
alk_la
Alkışla
0
sevdim
Sevdim
0
k_zg_n
Kızgın
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
be_enmedim
Beğenmedim
Çolpan Yıldızı