Öğretmenliğe Dair

Kutlu Altay Kocaova

Ben, ilkokuldan sonra, öğretmenlerim açısından pek şanslı olmadım. Altıncı sınıfa giderken, 1992 yılı, “Millî Târih” dersinde, çok millîyetçi bir öğretmenimiz vardı. Ağzından Türklük lâfı düşmez, sürekli vatan millet edebiyâtı yapardı. Aklı sıra sürekli Türklüğü övünce, vatan millet edebiyâtı yapınca, öğrencileri de Türk millîyetçisi olacak. Neyse, bir gün, Timur’u anlatırken, “Moğol” dedi. Ben de çekinerek parmak kaldırdım. “Ama öğretmenim, kitâblar, Türk olduğunu söylüyor” dememle, yüzümde baş parmağın şaklaması bir oldu. “Sen, o Moğol piçine nasıl Türk dersin” diyordu. 1991’e, 1992’ye kadar öyleydi. Türk millî eğitimi için Osmanlı ile savaşan Türk hükümdârına Türk denmez, olmadık hakâretler edilirdi. İronik biçimde de târih eğitimini Osmanlıcı veren bu kafa, ilkokulda ve İnkılâp Târihi derslerinde de Osmanlı düşmânı bir eğitim verirdi. Ancak Sovyetlerin dağılmasının ardından Özbekistan’ın Türkiye’ye “eğitim notası” vermesi ile düzeltildi.

Sonra liseye geçtik. Bir Osmanlı târihi hocamız vardı. “Adı Cengiz olan, benim dersime gelmesin” diyecek kadar Moğol düşmânı biriydi. O da Türk millîyetçisi olduğunu söylerdi. Her ders kontragerilla şöyleydi, kontragerilla böyleydi diyen sosyalist bir hocamız da cabası. En ilginci ise teneffüse kalan süreyi bir dakîka az söyledim diye beni dersten atan bir İnkılâp târihi hocamızdı. Psikiyatri hastasıydı.

Neyse, sonra eğitim fakültesini kazandım ve 2002’de me’zûn oldum. Önemi yeni yeni kavranmaya başlayan KPSS’yi kazanarak, 20 Eylül 2002 târihinde resmen göreve başladım. Tabiî, ilk hafta çok zor. Sınıf kontrolüne dâir bütün bildiklerimiz teorik. Şu kurama göre şöyle, bu kurama göre böyle. Ama öğrenciler öyle değil, işte. İlk beş günün sonunda rahmetli babam sordu. “Oğlum, niye sesin kısılıyo?”. “Baba, bâzen bağırmak zorunda kalıyorum”. Babam baktı, yüzüme. “Oğlum, ben size hiç bağırmadım. Gözünüze baktığımda, iş biterdi. Çocuğun gözünün içine bakacaksın, anlayacak. Yine umursamıyorsa, bırak, bu mesleği yapma” dedi. “Haklısın, baba” dedim. O ândan sonra üniversitede öğretmenlik mesleğine dâir öğrendiğim her şeyi çöpe attım. Şu ân bana sorsalar, o ünlü kuramlardan ne biliyorsun diye, hiçbirini derim. Hatırlamıyorum, çünkü.

Tatlı-sert, otoriter-özgürlükçü tavırlarla on sekiz yıl bitti. On dokuzuncu yıldayım. Her karakterden, her düşünceden, farklı inançlardan, farklı milletlerden, farklı yönelimlerden on binden fazla öğrencim oldu. Hiçbirini ayırmadım. Elbette kimini, kimisinden farklı sevmiş olabilirim, insanlık hâli. Ama hiçbir öğrencim, bunu bilmedi. Öğrenciler, çünkü öğretmende dört şeye bakıyorlar. Adâlet, bilgi, cesâret ve karârlılık.

Öğretmen, alanı hakkında çok bilgili olmak zorunda. Yâni o konuda, o hafta konferans teklîf etseler, çıkıp verebilmesi gerekiyor. Çünkü öğrenciler, tanımadıkları bir öğretmen geldiğinde bilgisini ölçerler. Ayrıca zaman zaman yine bilgisini ölçmeye dönük sorular sorarlar. Öğretmenin hepsine yanıt vermesi, bilmediğine de “bilmiyorum” deyip, ertesi derse öğrenmesi gerekir. Meselâ geçenlerde bir târih öğretmeni, sorduğu soruya, yanlık olarak “3. Abbâs” olarak yanıt veren öğrencisiyle “3. Abbâs adında Türk târihinde kimse olmadığını biliyor mu acâba” diye dalga geçmişti. Bence Sâfevîlerin son hükümdârının “3. Abbâs” olduğunu yazıp, kendisini uyarmıştım. Sonra da sildim. Şimdi bu öğrenci, böyle bir öğretmene niye saygı duysun? Duymaz.

Öğretmen, cesûr olmak zorundadır. Öğrenci, öğretmenin hiçbir şartta geri adım atmaya zorlanamayacağını, dik duruşunu görmelidir. Böylece hem takdîr eder, sevmese bile saygı duyar. Hem de ona güvenir. Öğrenci, başı belâya girdiğinde, korktuğunda, gerçekten tehlîkede olduğunda ya âilesine ya da öğretmenlerine güvenmek ister. Böyle ânlarda öğrencisinin hayâtına dokunan ve onun önündeki tehlîkelere kalkan olan öğretmen, öğrenci için dünyâlar kadar değerlidir. Diğer öğrenciler için ise cesâretin verdiği hayrânlıktan dolayı değer kazanır.

Cesâretin ikiz kardeşi, mâlum karârlılıktır. Ama bâzen cesûr insanlar, karârlı davranamayabiliyor. Karârlılık, cezâ verilmesi gerekiyorsa, vicdân ya da merhâmetin etkisinde kalmadan cezâ vermeyi gerektirir. Çünkü bâzı öğrenciler, kendileriyle ilgili doğru adımları atamazlar. Böyle durumlarda suyun yatağının değiştirilmesi gibi hayâtla bağını koparmayacak, iletişimi imkânsız hâle getirmeyecek cezâların verilmesi çok iyidir.

Adâletin önemini ise vurgulamaya bile gerek yok. Adâleti sağlayamayan bir öğretmen, hiçbir zaman değer görmez. Ne ezdikleri öğrencilerden, ne de kayırdıkları öğrencilerden…

Öğretmenlik böyle bir meslek… Bu özelliklere sâhib olan her öğretmenin yeri başın üzeridir. Ama bu özelliklere sâhib olmayan kişilerin ise, sırf bu meslekten para kazanıyorlar diye saygı gösterilmesinin anlamı yok. Ancak saygıyı hak edenler, saygı görür.

0
alk_la
Alkışla
0
sevdim
Sevdim
0
k_zg_n
Kızgın
0
_a_rm_
Şaşırmış
0
be_enmedim
Beğenmedim
Öğretmenliğe Dair